Hayatı oyun olarak görmek ile hayatın içine sinmiş senaryoyu ve oyunculuğu fark etmek arasındaki farkı çok küçük yaşlarda keşfettim. O zamandan beri tiyatroya olan ilgimi içimde büyüttüm. Çok eski zamanlarda birkaç ufak rol ile tiyatro sahnesine çıksam da devamı gelen bir uğraşı olmadı benim için. Yine de oyunculuğa olan merakımı bu sanatı inceleyerek, gelişmelere ve geleneklere gözümü kapatmayarak devam ettirdim.
Haftalar önce Tümay Özokur Atölye’nin Instagram sayfasında gezerken bir videoya denk geldim. Tiyatro oyuncusu Nilgün Dokuz; Tümay Özokur’dan ilham aldığını, onun “Devam Et!” demesi üzerine hayallerinin peşinden gittiğini anlatıyordu. Hatta beni en derinden etkileyen kısım “ Maddi sıkıntılar dert değil, dedi. Gerçekten dert değildi. Bir iş buldum ve şuan yerin dibinde bir evim var ama çok mutluyum.” Dediği kısım oldu. Merakla eski fotoğraf ve videolara bakmaya başladım. Atölyelerinden burs kazandığını ilan eden açıklamaya sahip videoda Nilgün Dokuz öyle güzel şekilde tirad atıyordu ki izledikten sonra tüm Whatsapp gruplarıma gönderdim ve Nilgün’ü takibe aldım. Cesaretine olan hayranlığım yeteneğini gördükten sonra daha da pekişti. ). Bir süre sonra ikinci kitabımın yayınevi araştırması için İstanbul’a gittim. Bir haftalık sürenin benim için çok verimli geçmesini istiyor, bu nedenle sevdiğim herkesle görüşme ayarlıyordum. Nilgün Dokuz ile görüşmek benim için tamamen doğaçlama gelişen bir durum oldu. Nilgün’e hep mesaj atmak istiyor ama bir türlü cesaret edemiyordum. En sonunda tüm cesaretimi toplayıp röportaj yapmak istediğimden bahsettim. Gecikmeden bana cevap verdi, bir sonraki güne randevu saati ve yer ayarladık. Yanımda blogger arkadaşım Esra ile yollara düştük. Düştük düşmesine de benim sağ gözüm alabildiğine kırmızı ve şişebileceği kadar şişmiş durumda. Beşiktaş İskelesine gittiğimizde Nilgün’ün trafiğe takıldığını öğrendik. Orada ufak bir büfeye geçtik oturduk Esra ile. Tek düşündüğüm şey gözüme çay pansumanı yapmak. Nilgün gelmeden halletsem şu işi, diyorum içimden. Garson gelmiyor bir türlü ama çok gecikmeden Nilgün geliyor. Biranda masadan gülüşmeler, kahkahalar yükselmeye başlıyor. Bu durum tahminen 10 dakika gibi az bir sürede gerçekleşiyor üstelik. Güzel enerji ile gözümün iyileştiğini hissediyorum. Bir yandan gelen çayı temiz kağıt mendile döküp gözüme pansuman yaparken diğer yandan Nilgün’ün “Evde pamuk vardı keşke söyleseydin getirirdim.” Dediğini duyuyorum; Doğallığımıza kaç puan?
Büfeden çıkıyoruz ve Nilgün bizi kahve içmek için çok güzel bir yere götüreceğini söylüyor. Beşiktaş’ta Le Chat Noir Coffee Shop isimli bir mekana gidiyoruz. Girer girmez hayran kalıyorum. Gücünü ahşabın yoğunluğundan alan mekanda buram buram kahve kokuyor. Zaten yol boyunca birçok şeyden bahsetmiş olduğumuz için önceden hazırladığım sorulara kafamda bir yenisini daha ekliyor ve röportaj için dakika sayıyorum ama muhabbetimiz o kadar güzel gidiyor ki hadi röportaja geçelim diyemiyorum. Ne zaman başlayalım konusu açılıyor, kahvelerimiz gelsin öyle başlarız diye kararlaştırıyoruz. Üçümüz de muhabbetten memnunuz tabi. Esra ve ben Türk Kahvesi sipariş ederken Nilgün Filtre Kahve alıyor ve bir de “Ben oyuncuyum ya filtre içerim.” Diye espri yapıyor. Kafenin içindeyken bile güneş gözlüğünü takması için ısrar ediyorum. Bir süre birbirimize oyuncu esprisi yaparak eğleniyoruz ve Nilgün’ü doğallığı karşısında şaşkına dönüyorum. Öyle yüksek ve güzel bir enerji var ki gözümün ağrısını tamamen unutuyorum. Kahveler geliyor ve biz röportaja başlıyoruz.
O gün nasıl güzel enerjiyle yaptıysam bu röportajı şimdi de o enerjiyi tüm zihnimde hissederek ya
zacağıma emin olabilirsiniz. Sizi röportajla baş başa bırakıyorum.
Bize biraz kendinden, ailenden, bu zamana kadar bulunduğun ortamlardan, yaşadığın şehirlerden bahseder misin?
1991 Adana doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve Liseyi Adana’da okudum. 11 yaşındayken babamın isteğiyle gitar çalmaya başladım.12-13 yaşlarında da bir rock müzik grubu kurdum. Tabi bunun reklam olayı da çocuk rock grubu olduğu için baya yoğundu. Zamanla bir proje haline gelmiştik ve sürekli sahneye çıkmaya başladık. Bu da 12-13 senedir düzenli olarak sahneye çıkıyorum demek oluyor. Sahnenin her zaman hayatımın içinde biryerlerde provası vardı. Lisede de müzik yapmaya devam ettim. Sonrasında üniversiteyi kazandım, biraz geç kazandım. (Gülüyor.). Üniversiteyi kazanana kadar olan sürecim yani 20 yılım hep Adana’da geçti. Kocaeli Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkiler bölümünü kazanınca İzmit’e taşındım ve ilk üniversite yılımda okulun Tiyatro Kulübüne katıldım. Okulun tiyatro kulübünde, şehir tiyatrolarında çeşitli oyunlarda, özel tiyatroların çocuk oyunlarında, daha sonra özel tiyatrolar ve şehir tiyatrolarının projelerinde çeşitli oyunlarda oynadım. Yaklaşık küçüklü büyüklü 8 oyunda rol aldım.
En çok ilham aldığın oyun ve rolün hangisi oldu?
Tiyatro Kulübünde Ferhan Şensoy’un ‘Soyut Padişahlar’ oyunu ile başladım. Özel tiyatroda ilk olarak iki kişilik oyun olan Karmakarışık oyununda oynamışım. Bu tiyatroyu biz kurmuştuk.( soruya böyle cevap verdiysem beni kesin)
Tiyatro ile ilk olarak üniversitede tanıştığını anlıyorum, doğru mudur?
Evet.
Bu konularda ailenin tepkisi çok merak edilir. Genelde aile hiç izin vermez, izin verse olanak sağlamaz ya da başta karşı çıkarlar sonra kabul ederler gibi hikayeler dinleriz. Hatta bu çocuğumun eli ekmek tutsun, yanımdan ayrılmasın, hayat kavgasında maddi zorluklar yaşamasın; önce maddiyatını sağlama alsın şeklinde devam eder. Fakat anladığım kadarıyla baban başta olmak üzere tüm ailende sana karşı sevgi var. Tiyatroyla ilgilenmene tepkileri ne oldu?
Tabi. Benim babam zaten zamanında gitar çalmayı çok isteyen bir insan. Bunu başaramadığı için benim gitar çalmamı istemiş ki babam müziğe çok yatkın bir insandır. Annem de zaten 35 yaşından sonra “Ben tiyatro yapcam ya” deyip, kendi arkadaşlarını toplayıp tiyatro üzerine eğitimler alan, tiyatro yapan ve hala da Adana’da tiyatroyla uğraşan bir kadın. Adana’ya yolunuz düşerse oyunlarına bekleriz. (Röportajdaki ilk kahkahamızın arasında 3 dakika geçmişti ki yine kahkaha atıyoruz ama bu sefer saygıyla.). Yani her zaman sanata meyilli olan bir aileydik biz. Resimden müziğe, tiyatrodan yazıya her çeşitten sanata ilgiliyizdir. Dolayısıyla sanatla ilgili olan ailem sanatla uğraşmamı hoş hatta hoştan ziyade normal karşıladılar. “Bu çocuktan bu çıkardı” dediler, beklenen bir şeydi.
Klişe aile tepkisinin tam tersine rastlamışın sen çok hoş bir şey bu.
Aslında ben de ilk olarak aileme tiyatroyla ilgilenmek istiyorum dediğimde yap kızım ama hobi olarak yap yoksa aç kalırsın klasik aile tepkisini aldım. Nitekim iş bulup diğer yandan da oyunculuk yapmaya devam etmemin sebebi de budur aslında.
İnsanların hayatlarında yapmak istedikleri işin tutkuya dönüşme anı vardır. Sende tiyatro nasıl tutkuya dönüştü?
3. Oyunumda, sanırım ilkini ve ikincisini tam olarak algılayamadım. 3. Oyunumda Hristo Boytchev’in ‘Titanik Orkestrası’ oyununu oynadık. Oyunu baya uzun bir süre oynadık. Orada Lyubka karakterini oynadım. Hiç unutmuyorum son oyunumuzda ilginç bir an yaşadım. O zamana kadar sahneye çıkmak hoşuma gidiyor, rol yapmak hoşuma gidiyor ama sadece bu kadardı; yani daha fazlası değildi. Fakat o gün sahnede bir şey oldu ama ciddi anlamda bilmiyorum ne olduğunu. Bir sahne var; orada sandığa giriyorum, sandıktan çıkıyorum. Orada bana hayatın anlamını söylüyorlar ve benim onu bilerek çıkmam lazım. Girdim ve çıktığımda her şey çok farklıydı. Biranda zaman durdu. Hiç unutmuyorum yaklaşık 500 kişi oyunu izliyor ve benim saçımın bir teli yüzüme düştü ve aniden üfledim. Herkes biranda kahkaha ile gülmeye başladı. Bunun devamında başka şeyler olmaya başladı. Ben repliğimi unuttum ama kimse repliğimi unuttuğumu anlamadı. Garip bir andaydık ve oyun birden bire yükselmeye başladı ve oyun bittiğinde mutluluktan ağlayanlar vardı. O kadar güzel bir oyundu ki… Çok komik sahneler vardı ve biz tabi ki sahnedeyken gülemiyoruz. Işıklar kapandı, selam verdik. Kulise giderken herkes gülmekten birbirini yumrukluyordu. Ben çok sinirliydim o anda, gittim dolaba bir tane yumruk attım. Arkadaşım ne oldu Nilgün, dedi. Ya sahnede bir şey oldu ama ne olduğunu anlayamadım, dedim. Çok güzel bir şey olmuştu ve o şeyin beni bir daha bulamayacağını düşündüm. O an gerçekten Lyubka’ydım, gerçekten rolün içindeydim; sahnede değil başka bir dünyadaydım ve oraya nasıl geldiğimi ben de bilmiyorum. Bunu bilememek cidden çok kötü bir şey. İlk defa o andaydım ve oyunculuk zaten anda olmaktır. O gün bu gündür o anı bir daha arıyorum açıkçası ve yine her oyunumda geliyor. Hatta gelip gelmeyeceğini bilmem, bana da sürpriz olur sahnede. Oyunumun ilk defa seyirciye geçtiğini hissettiğimde tiyatro tutku oldu benim için.
İşin hayaller kısmı çok güzel, bir de bunun hayatlar kısmı var. Sen aslında İstanbul’a gelip tiyatro eğitimi almaya karar vererek hayallerinle hayatını birleştirmişin. Bu süreç nasıl ilerledi?
Öncelikle istemekle oldu diye düşünüyorum. Düşündüğün şeye dönüşmeye başlarsın. Ya sürekli yapmak istediğimi düşündüm. Nasıl olacak bilmiyorum ama olacak dedim hep, bir süre sonra insan beyni buna inanmaya başlıyor. Birgün bir iş teklifi geldi. Sanatla çok yakından alakalı bir iş, sergi kurulumları yapıyoruz. Sanata yakın olacağım için çok sevindim. Aynı döneme Tümay Özokur’un söyleşisi denk geldi. Söyleşide büyük bir kalabalık vardı biz sorular soruyorduk, Tümay Hanım cevaplıyordu. Ben oyunculukla ilgili sıkıntılardan bahsettim , sızlandım durdum aslında. Maddi sıkıntıları nasıl aşabileceğimi, nasıl hayallerimin peşinde elimde maddi imkan olmadan gidebileceğimi, işe başlayınca vaktimin kalmayacağını söyledim. “Eğer gerçekten istiyorsan maddi sıkıntıların da oyunculuğa devam etmenin de çözümü var , her şeyin bir çözümü var,” Dedi. O zaman çok da yapabileceğimi hissetmemiştim. Çünkü yapmış olan rol modellere baktığımızda yapmış ya onun rahatlığı sayesinde böyle söylüyor diye düşünürüz hep. Çıkarken bana “Oyunculuğa devam et” dedi. Ben de belki de bu bir işarettir diye düşündüm. O anda kabuğumu kırmaya başladığımı hissetim. Farkındalık kazandığımı hissettim. Hayatta insanın yapabileceği en güzel şey bir şeyleri fark etmek. Çünkü insan fark ederek yolda yürüyor. Tümay Özokur Atölye’den daha önce eğitim alan bir arkadaşım var ve ben de orada eğitim almayı çok istiyordum. Eğitimin bütçesini karşılayacak param yoktu ve burslu başvurmaya karar verdim. Benim gönderdiğim video sayısını bilmediğim videolar arasında birinci gelmiş. Burslu eğitimi kazandığım gün iş teklifini aldığım görüşmem vardı. 27 Mayıs’ı hiç unutmam, hem işe hem de eğitime kabul edildiğim gündür. Önümde engel gibi bir şey belirdi. Çalışırsam atölyeye nasıl gideceğimi düşündüm. Patronumla konuştum; o da seve seve eğitime katılacak olmamı kabul etti ve destekleyeceğini söyledi. Düşündüğüm şeye dönüşmeye başladığımı hissettim. Gerçekten içten ve kalbinin derinliklerinde olacakmış gibi davranırsan ve olacakmış gibi hissedersen, olacak ya benim yapmama ne engel olabilir ki diye düşünürsen; neden hep şanssızlıklar beni bulsun ki ben çok şanslı bir insanım demeye başladığın an gerçekten şans gelip seni alıyor. Çok ilginç ama gerçekten böyle bir şey var. Mesela bunu bugün deneyin. Durağa gidin ve benim binmek istediğim otobüs gelecek diye bekleyin, kesinlikle geliyor. Ben de öyle yaptım, oldu.
Hayat senden yana olmuş aslında bu da büyük bir şans ve sen bu şansını inanarak kendin oluşturmuşun. Şans senden yana olsa da hep karar verilen bir dönüm noktası vardır. Her şeyden kopup hayalin için buraya gelmen de bir dönüm noktası olmuştur senin için. Senin rotanı buraya çeviren neydi?
Güzel soru. Sanırım hissettiğim şey tamamıyla meraktı. Başıma ne gelecek diye merak ettim. Bir de ben başarılı insanlar ve başarılı kadınları çok fazla rol model alıyorum. Tümay Özokur da benim için gerçekten başarılı bir kadın. Belki hatırlamıyordur ama bana hadi devam et sen oyunculuğa demesi benim dönüm noktam oldu. Bundan 30 yıl sonra da bunu söyleyebilirim.
İnsanların hayatlarında büyük değişimler olması için bazen birileri doğrudan veya dolaylı yoldan dokunurlar. Sana da Tümay Özokur dokundu diyebilir miyiz?
Kesinlikle, bana doğrudan dokundu. Bu konuda çok samimiyim.
Hikayeyi dinlerken her şey çok güzel her şey senden yana görünüyor. Aile desteği tam, şartlar olumlu ama bu madalyonun arka yüzünde bir de karşılaştığın zorluklar olduğuna eminim. Videoda Tümay Özokur’a teşekkür ederken “Yerin dibinde evim var” dedin. Bu çok etkileyici bir şey. İnsanların belki dönüp bakmayacağı yerde yaşıyorsun, zorlukla karşılaşmışınsın. Bize biraz bunlardan bahsedebilir misin?
Tabi ki İstanbul’da ev kiralarının çok yüksek olması büyük bir zorluktur. Aldığın maaşın yüksek bir kısmını giderlere harcamak zorunda kalıyorsun. İnsanlar burada çok farklı tipolojide. Mesela bir yere geç kaldın, neden geç kaldığını sormuyorlar. Onlar için sadece geç kalman önemli. Hasta olman ya da başka nedenler İstanbul’da kimsenin umurunda değil. Çünkü senden çok var, sen ölsen senin gibi bin tane insan var burada. Dolayısıyla başta bunu kabullenmek gerekiyor. Zorlukların en önemlisi insanların bakış açısı. Örneğin ev ararken yaptığın işe bakıyorlar. İstanbul insanı yutar, gece dışarı çıkma, yapamazsın oralarda diye çok fazla öğüt verenler oldu. Arkadaşların dahil kimseye güvenme, dediler. Halbuki insan güvenmeden nasıl yaşar ki?
Fiziksel zorluklar muhakkak çok önemli. Bir de bunun yanında psikolojik zorluklar var. Psikolojik zorluk yaşadığın dönem oldu mu?
Evet ve bunların en büyüğü de yalnızlık hissiydi. Arkadaşlarımın hepsi üniversitede ve Adana’da kaldı. Burada dertleşmeye ihtiyaç duyuyordum, gezmek istiyordum ama bunları yapabileceğim kimse yoktu. Daha birçok sıkıntı vardı ama en çok yalnızlık hissiyle boğuştum. Yalnızlık hissi de beni çok fazla besledi. Düzeltmek gerekirse yalnızlık hissi iyidir ve hepimiz kendimizi yalnız hissedebiliriz. Yalnızlığı kimseyle paylaşmamak gerektiğini düşünüyorum. Kendinle mutlu olmayı, hüzünlenmeyi, kendi başına bir şeyler yapmayı bilmen gerekir. Yalnızlık insanı besleye, doyuran da bir şey ama yalnız hissetmekle yalnız kalmak, ikisi çok farklı şeyler. Ben burada yalnız kaldım. Her şey çok başkaydı. 5 yıl boyunca oturduğum ev yoktu. Bütün anılarımın olduğu cadde, arkadaşlarım yoktu. Her şey çok yeniydi. İş arkadaşlarım iş arkadaşlarımdı. Eğitimdeki arkadaşlarım eğitimdeki arkadaşlarımdı ve geriye kalan hiçbir şey yok.
Kendini bu noktada nasıl motive ettin?
Yine meraktı sanırım. Çok ilginç ama olsun şimdi yalnızım ama sonra daha güzel olacak, her şey çok iyi olacak diye kendimi telkin ettim. Bir de şuna inanıyorum; şuan bir şey olmuyorsa bu ilerde daha güzel olacağı içindir. Şuan yalnız kaldıysam kesin bunun da bir sebebi var diye düşündüm.
Anladığım kadarıyla dışsal yalnızlığı içselleştirip kendini besledin.
Evet, çok kitap okudum o dönemde. Daha çok gözlem yapmaya başladım. Güneş gözlüğümü takıp bir kafede oturup insanları gözledim, çok fazla vaktim vardı. Bu da beni besledi. Şuan onların ekmeğini yiyorum.
Hayalinin peşinden giderken kendini bir sektörün de içinde buldun aslında. Sektörün gidişatı hakkındaki olumlu ve olumsuz düşüncelerin nelerdir?
Sektör her sektörün olduğu kadar zor. Bir şeylerin ayrımına karşıyım zaten. Hayat zor, sektör zor vs diye ayırıyoruz ama asıl mesele hayatın zor olması. Sektörün de zorluğu kamera önü oyunculuk yönünde biraz daha yoğunlaşıyor. Kamera önü oyunculuk deneyimim de yok aslında, bu yüzden bilmediğim bir şey hakkında ahkam kesmek de doğru olmaz. Bu yüzden sektör hakkında net bir şey diyemiyorum ama No Name biri olarak şunu söyleyebilirim ki, No Name olarak ortaya çıkmak biraz daha çetrefilli bir şey. Fakat bu aşılamaz mı? Tabi ki aşılabilir. Yani şuan öyle bir dönemdeyim ki bana göre zor olanın ne olduğunu tanımlayamıyorum çünkü her şey olasılıklıymış gibi geliyor. Biliyorum çok Polyanna bir tipim ama bu röportajı okuyacak bankacı olacak birine de pazarda limon satan birine de sektörler hakkında aynı şeyi söyleyebilirim. Biz heybemizle geziyoruz. Herkesin arkasında görünmez bir heybesi var. Heybemizi ne kadar doldurursak o kadar deneyimliyizdir. Bu da hayattaki güvencemiz oluyor. Ne kadar çok bilirsek kendimize o kadar çok güveniriz. Hepimiz heybemizi dolduruyoruzya; ben bu sektörde, zor bir yolda, No Name biri olarak oyunculuk yapmak isteyen biriyim. Dizi sürelerinin 90 dakika olması, 120 sayfanın 5 günde çekildiği, senden çok olan, pastası küçük talibi büyük olan bir sektörde ne yapabilirim? Heybemi doldurabilirim. Heybemi ne kadar doldurursam zorlukları da o kadar kolay aşabileceğimi düşünüyorum. Bu İstanbul’un arka sokaklarını gezip insanları incelemek de olabilir, bilimsel bir kitap okumak ya da bir oyuna gitmek de olabilir. Herhangi bir yerde gördüğün birini dinlemek bile olabilir. Sokakta tanımadığım insanlarla konuşmayı çok seviyorum. İki saat muhabbet edip bir daha görmediğim çok fazla insan var. Onlardan hikayeler toplamak da birikim olabilir. Zorlukları bu şekilde aşabileceğimi düşünüyorum. Evet sor ama zorun bir tanımı yok aslında. Zorluk senin görebildiğin kadar, tamamen senin kafanda olan kadardır. Kapasiteni ve kendini tanımadan istediklerindir aslında. Sektör de öyle. Eğer senin oyunculukla ilgili bir kabiliyetin yoksa, yetenek demiyorum yetenek başka bir şey, ve oyuncu olmak istiyorsan ya da bir Türkiye vatandaşı olarak ben Amerika Başkanı olacağım diyorsan zor budur aslında. Aslında ulaşılabilir ama kapasiteni bilerek yüksek hayal kurmak daha mantıklıdır.
Oyunculukla ilgisi olan olmayan, eğitimini almayan herkesin Cast Ajanslarına bir miktar ödeme yaparak bünyelerinde yer almaları ve tekliflere ajanslar sayesinde kolaylıkla ulaşmaları ve şöhretleri sayesinde yetenekli insanların üstlerine çıkmaları hakkında ne düşünüyorsun?
Bu durumla ilgili olumsuz düşüncelerim yok aslında. Neden biliyor musun? Biz hep ince bir ayrıntıyı kaçırıyoruz. Hep çok yeteneksiz nasıl oynuyor deriz ya, yoo oynasın. Hep kendimize bakmaktan yanayım. Sürekli kendime bakıyorum bu konuda. Dolayısıyla ben yapabiliyor muyum, yapabiliyorum. Bırak yetenekli ya da yeteneksiz olanı seyirci ayırsın. O insanlar çok iyi yerlere gelebilirler, çok da iyi paralar kazanabilirler. Fakat bir süre sonra zaten seyirci onların hakkını veriyor. Bizim mesleğin de en iyi yanı bu. Adalet sen bir yerlere gelirken olmasa da bir yerlerde oyuncunun hakkını veriyor. Bu yüzden kimse Haluk Bilginer’i yok edemez. Çünkü adam bu piyasanın en iyi en yetenekli insanlarından biri. Benim aynı zamanda hocam olan ve çok sevdiğim biri var; Kubilay Karslıoğlu. Onu bu piyasadan yok edebilir misin? Kesinlikle edemezsin. Çünkü karakteriyle ve yeteneğiyle oradadır ve seyirci bunu bilir. En çok yapılan hatalardan biridir bu; seyircinin algısını küçümsememek gerekiyor. Seyirci de kamerada her şeyi algılıyor. Kamera öyle bir şeydir ki seni çok sever ama iki gün sonra püskürtebilir. Oyuncu kendini ne kadar geliştirebilirse kamera da seyirci de o kadar sever. Bu nedenle piyasaya onlar da lazım. Bu aslında biraz da ismi olmayan, bir yerlere gelemeyenlerin söylenmesidir. Mesela tek dizide oynamış ve bir daha rol alamamış ya da oditionları kabul edilmemiş çok fazla insan var. İşte bunlar hep bu şekilde, adaletin olmadığından, halkın kendilerini anlamadığından falan yakınırlar. Bu bir bahanedir. Hedefin var mı var. Benimki oyuncu olmak, bunun için oyunculuğumu geliştirmem lazım. Bu noktada diğerlerinden bana ne! O güzelliğiyle bir yerlere geldiyse bundan bana ne. Gelsin, o da olsun. Bir şey yapmak istiyorsan gerekeni yap. Ama yapamıyorsan bırak başkaları yapsın. Etrafa ahkam kesmekle olmaz bu iş, kabulleniş ve olgunluk lazım.
Bu kabulleniş ve iyimserliğin sana zorluk çıkaracağını düşünüyor musun?
En kötü ihtimalle hedeflerime ulaşamam. Ben şundan da mutlu olan bir insanım; iki sandalye bir masa olan bir yerde çıkar hikaye anlatırım. Oyunculuğumu orada yapmış olurum mesela. Giderim sokakta hikaye anlatırım. Oyunculuk hikaye anlatma sanatıdır aslında. Oyuncu hikayeyi anlatan bir kukladır. Sevdiğim bir yazarın hikayesini ezberler onu anlatırım. Eğer gerçekten istersen hikayeni dinleyecek insanlar mutlaka vardır.
Kendini tiyatronun hangi terimi olarak tanımlarsın, Neden?
Zor bir soru aslında ama Sofita diyebilirim. Sofita tiyatroda ışıkların konumlandığı hattır. Sahne ışıksız aydınlanmaz. Işık güzel ayarlandığı zaman yapılmak istenen oyun ve reji ışıkla anlatılabilir ve oyunu güzelleştiren bir tarafı da vardır. Ben de sahnede hep öyle olmak istemişimdir, oyunun akışını yönlendiren bir oyuncu.
Peki, sen ışığını neyden besliyorsun?
Bu da daha önce hiç düşünmediğim bir soru ama rahatlıkla inanç diyebilirim.
Oyuncu olmak isteyen ama tabuları olan, farklı rollere girmek istemeyen insanlar var. Mesela tecavüz, öpüşme ya da bilinçaltında yatan bir şeyden dolayı bir haslığı taşıyan karakterin rolüne girememe gibi. Sence oyuncu tabularını yıkmalı mı yoksa korumalı mı?
Tabi ki sınırlarını genişletmeli çünkü oyuncu insan işi yapan kişidir. Oyuncunun ön yargısı olmaması lazım hem role hem de kendine. Tecavüz sahnesini oynayamayan biri bu rolü neden oynayamıyorum diye düşünüp psikoloğa gitmeli. Belki de çocukluğunda kötü bir olay yaşamıştır ve bu olaydan dolayı o rolü oynayamıyordur. Yine aynı şeye dönüyoruz, insan kendini tanımalı. Bunu neden yapamıyorum diye düşünmeli.
Halkın bu konudaki yargısı hakkında ne düşünüyorsun?
Eğer iyiysen zaten bunu söylerler. Eğer seyirci kötü rolü oynayan birinden nefret ediyorsa o oyuncu iyi oyuncudur. Erol Taş’ın dünyanın en güzel insanlarından biri olduğu söylenir, hayatını da okumuştum. Fakat herkes onu kötü bilir. Sokakta dayak yemişliği vardır. Demek ki rolünü o kadar iyi yapmış ki seyirci inanmış.
Oyunculuğa yeni başlayacak olan insanlar için tavsiyen nedir?
Bu da dikkatle cevaplanması gereken sorulardan biri. Bulundukları şehir neresi olursa olsun şehir tiyatrolarına gidip bol bol oyun izlesinler. Oyun ve film izlemek biraz da o işi yapıp yapamayacaklarını gözlemlemektir aslında. İzledikten sonra ben bu işi yapabilirim diyorlarsa bu işi yapabilecekleri en yakın neresi varsa eğitim almaya başlamaları. Oyunculuk çok yönlü bir meslek. Klişedir ama insanı insanla anlatmaya çalışıyoruz. Her oyuncunun orta derecede psikolojiye hakim olması gerekiyor öncelikle. Sosyoloji, tarih, felsefe bunları takip eder ki, oyunculuğun temeli felsefedir. Augusto Boal’in Ezilenlerin Tiyatrosu kitabında önce bir felsefe özeti geçmesi buna en iyi örnektir. İyi bir okuyucu olup insan hikayeleri biriktirmek de gerekiyor. Bedenine hakim olman ve iyi bakman gerekiyor çünkü tek enstrümanın bu. Uykumuzu almamız, iyi beslenmemiz, spor yapmamız, ata binmemiz, iyi ok atabilmemiz gerekiyor. Bunun birçok yönü var. Bu çerçevede saydıklarımı ne kadar yapabileceğini görmesi lazım. Bunu gördükten sonra evet, yapabilirim diyorlarsa kendilerine bir yol haritası çizmeleri lazım. Kafalarında şunu da çıkarmaları gerekiyor. Tek oyunda oynadıktan sonra dizide oynayıp şöhret hayali kurmamalıdırlar. Şöhret asla amaç olmamalı. Yapılan en büyük yanlış bu. Hedefi şöhret olan birsürü insan telef oldu bu yolda. Amaç şöhret değil, sadece oyuncu olmak olmalıdır.
Peki tiyatro gerekli olan yüz esneme hareketleri gibi başlangıç seviyesindeki egzersizleri kendi kendilerine yapmalarını tavsiye eder misin?
Bence yapmamalılar. Çünkü duyguyu ve hikayeyi, karakterin iç devinimleri, karakter yapılanması gibi birçok donanımı var bu işin. Bunlara hakim olduktan sonra o mimik ve jestler de kendinden geliyor. Bunların eğitimini almak daha mantıklı. Mesela bize hocalarımız ayna karşısında çalışmamamızı söylerler. Çok ilginçtir ama bunu duayenler söyler. Bir hocamız anlatmıştı; Müşfik Kenter’in oyununda oyuncu yeni yetmeyken rol yapmaya büyük oynamaya çalışıyormuş. Müşfik Kenter’de “İnsan ol lan” demiş. İnsan ol demiş yani, bu aslında insan olmakla alakalı bir konu. Orada rol kesmek, “Olmak ya da olmamak bütün mesele bu” gibi tirat atarken büyük ve abartılı oynamak … Bu oynamak değil ki. Bunlar 500 sene önce İngiltere tiyatrosunda kaldı. Şuanki oyunculuk başka bir şey. Şimdi adam tütün sararak ya da kadın yemek yaparken olmak ya da olmamak diye tirat atıyor. O kadar algımızı açmamız ve derin düşünmemiz gereken bir konu ki bu, bu kadar basit bakmamak gerekiyor. Ayna karşısında ben iyi rol yapıyorum demekle halledilecek bir mesele de değil. Dediğim gibi çok açıdan donanımlı olmamız gerekiyor. Ben bunun üçte biri bile değilim.
O zaman sahnede bağırma olayına da karşıyız değil mi?
Tabi ki. Bağıran sesini duyurmak için bağırıyordur ama burada yine donanıma geliyoruz. Oyuncu, diyafram eğitimi aldıysa doğru nefes tekniğiyle sesini en arkadakine de duyurabilir.
Kendi kendine olmaya çalışmak sadece vakit kaybetmektir direkt olarak eğitim şart diyebilir miyiz?
Eğitim tabi ki çok önemli. Evde oturarak hiçbir şey olmuyor. Oyunculuk tamamen seyirciyle interaktif meslek dalı. Örneğin bir ressam tablolarını kimseye göstermeyip evde saklayabilir ya da bir yazar yazdıklarını kendine saklayabilir ama ben evde kendi kendime oynarsam düşünsene ne adar şizofrenik bir durum olur. Burada deneyim devreye giriyor. Deneyimlemen ve nerede eğitim aldığın çok önemli.
Eğitimi biraz daha açacak olursak, sen Tümay Özokur Atölye’de eğitim aldın. Tümay Özokur bu sektörde merak edilen ve sıkı takip edilen bir isim ama senden de eğitim sistemi hakkında bilgi almak çok güzel olur.
Tümay Özokur Atölye’nin felsefesini çok seviyorum. Birçok meslek dalında bir ustanın elinden çıkma ve bir sonraki nesli yetiştirme kaygısı kalktı. Birçok meslekte kimse bu sorumluluğu almıyor. Tümay Özokur aslında bunu çok fazla özümsemiş bir insan. Bir sonraki nesli bilinçli yetiştirmek istiyor. Tabi ki de iki ayda oyunculuk öğrenemez kimse. Bunun için yıllarını veren insanlar var. 4 yıl konservatuarda, bilmem kaç yıl yurtdışında eğitim alanlar var ki bunların yanında 6 ay eğitim alıp ben oyuncuyum demek ayıp olur. Tümay Özokur Atölye’nin en iyi yanı sektöre yönelik eğitim vermesi. Yani sette nasıl davranılır, role nasıl hazırlanılır gibi. Dizi sektörünü, sinema sektörünü anlatıyor. Karaktere nasıl girilebileceğini anlatıyor. Aslen amaç sektöre kaliteli oyuncu yetiştirmek. Bir oyuncu için Odition vermek çok önemlidir. Odition deneme çekimi demek. Sektöre yeni giren birine doğru Odition vermek nedir baştan sona kadar onu öğretiyorlar. Yönetmen teker teker insanları çağırıp bakamaz. Bu oyuncunun ilk izlenimidir, bir nevi CV gibi. İyi Odition vermeyi öğretmek demek bu sektöre nasıl iyi girileceğini öğretmek demektir. Genel olarak şöyle örnek verebiliriz: 4 yıl eğitim alan biri kamera önü oyunculuk sektörüne giriyor ama ne yapacağını bilmiyor. Kamerada nerede durulur, prodüksiyon amiri kimdir, görüntü yönetmeni ne iş yapar gibi şeyleri sana anlatıyor ki sektöre girdiğin zaman şaşırıp kalma. Çünkü oyunculuk aynı oyunculuk fakat disiplinler farklı. Atölye o disiplini öğretiyor. bir de donanımlı olmayı ben Tümay Özokur Atölye’de öğrendim. Psikolojinin önemini de orada daha iyi kavradım. Bizim, psikoterapistlerin girdiği psikoloji derslerimiz oluyordu. Her hoca o kadar donanımlıydı ki… Bizim oyuncu koçumuz Ayşegül Baydar’dı. Felsefeye, psikolojiye hakim; oyunculuğa zaten tamamen hakim olan biriydi. Donanımın ne demek olduğunu ve nasıl olması gerektiğini aslında (oradan daha iyi kavradım) öğrendim. Oyuncunun tek derdinin anlatmak olduğunu Kubilay Karslıoğlu’ndan öğrendim. Dış görünüşümüz, nasıl giyinmemiz gerektiğini anlatan styling derslerimiz vardı. Yine karakter çözümlemek için psikoloji derslerine başvururduk çünkü tecavüz sahnesi çekerken o kişinin psikolojisini bilmeden nasıl role gireceksin? Oyunculuk refleksi ancak bu donanımlarla geliştirilebilir. Orada oyuncunun ihtiyacı olan her şey ilmek ilmek işleniyor. Atölyeyi özetle dersen tamamıyla farkındalık derim.
İnsan ne zaman geç kalmış olur?
Keşke dediği zaman.
Karşımda keşke dememek için her zorluğa göğüs geren ve hayalinin peşinden
giden biri vardı o gün. Hayat da bunu fark etmiş olacak ki Nilgün’e bir noktadan sonra gülümseyerek karşılık vermiş. Her rolü oynamak istediğini söylüyor Nilgün. En çok çalışmak istediği yönetmenler ise Onur Ünlü ve Zeki Demirkubuz. “Onur Ünlü’nün filminde beceriksiz bir süper kahramanı, Zekir Demirkubuz’un filminde ise sıradan, bize göre hayatta hiçbir özelliği olmayan fakat iç dünyası farklı bir insanı oynamak isterdim. Evet, temalı karakterleri oynamak da zordur ama sıradanı hakkıyla oynamak da zor bence” diyor.
Röportaj sonrasında sürekli fotoğraf çekmek istiyorum ve beni kırmıyor. Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru yürüyoruz birlikte. Bak, diyor; ben kemerin altından geçerken hep dilek dilerim. Hadi hep birlikte dileyelim. Üçümüz de içten içe dilekler diliyoruz. Çıktığımızda Nilgün “Sizin için diledim.” Diyor. Gideceğimiz yere geldiğimizde sarılıyoruz. İstanbul’a tekrar gittiğimizde ona mutlaka haber vermemizi söylüyor. O an anlıyorum ki bu röportaj sayesinde iyi bir arkadaşlığa adım attık, üstelik saatler öncesinde birbirimiz hakkında bildiğimiz tek şey isimlerimizken.
Şimdilerde ise Nilgün’ü hem tiyatroda hem de sinemada izlemek gibi bir arzum var. Gün gelecek en çok ses benim alkışımdan çıkacak. İnanıyorum, tüm güzel şeyleri başaracak.
İlk yayın: kampussesver.com